ASABİYET

Gündem Türkiye 10.2k Görüntüleme
24 Dk Okuma

     Asabiyet kavramı İbn Haldun tarafından farkı bir bakış ile ortaya konulmuştur. Çalışmamızda bu farklılığı ifade etmeye çalışmaktayız. Öncelikle asabiyet ve kaynağını dikkate aldığımızda “soy” kavramının önemini ifade etmek gerekmektedir. Bunun yanı sıra başka asabiye kaynaklarının da olduğunu çalışmamızın sonunda anlıyoruz. Ayrıca bu asabiyelerin bir başka kavramla yani İbn Haldun’un “umran” olarak ifade ettiği kavramla sıkı ilişkisinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Şehirlerdeki asabiyenin kırsala oranla zayıf olduğunu belirttikten sonra şunu da eklemek gerekir ki umranın gelişimi ile asabiyenin gücü ters orantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Asabiyesi güçlü kavimlerin daha çok toplumun evriminde “toplum öncesi” denen seviyede oldukları anlaşılmaktadır. Zira o dönemde insanların birbirlerini ihtiyacı güzünüzde olduğundan daha fazlaydı. 

      Devletlerin kurulmasında asabiyenin önemi hakkında da İbn Haldun’un görüşlerini ele alma gayreti içinde olmaktayız. Ayrıca her ne kadar asabiye devletlerin kurulmasında önemli olsa da bunun yanı sıra din faktörünün de etkili olduğunu ifade edebiliriz. Öte yandan bu asabiyelere bağlı olarak ortaya çıkan dil, tarih ve kültürün toplumu birleştiren bir diğer asabiye olduğu da anlaşılmaktadır. İnsan yaşadığı toplumda bir dil bir tarih ve bir kültür edinmekte ve bunlar insanın genetiği kadar önem arz etmektedir. Bu faktörlerin oluşturduğu bir asabiyenin de varlığından söz edilebilir.

ASABİYET

DEU / SBE/ Felsefe ve Din Bilimleri ABD

Felsefe Tarihi Bölümü

Kenan SAĞLAM

Özet:

    Asabiyet kavramı İbn Haldun tarafından farkı bir bakış ile ortaya konulmuştur. Çalışmamızda bu farklılığı ifade etmeye çalışmaktayız. Öncelikle asabiyet ve kaynağını dikkate aldığımızda “soy” kavramının önemini ifade etmek gerekmektedir. Bunun yanı sıra başka asabiye kaynaklarının da olduğunu çalışmamızın sonunda anlıyoruz. Ayrıca bu asabiyelerin bir başka kavramla yani İbn Haldun’un “umran” olarak ifade ettiği kavramla sıkı ilişkisinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Şehirlerdeki asabiyenin kırsala oranla zayıf olduğunu belirttikten sonra şunu da eklemek gerekir ki umranın gelişimi ile asabiyenin gücü ters orantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Asabiyesi güçlü kavimlerin daha çok toplumun evriminde “toplum öncesi” denen seviyede oldukları anlaşılmaktadır. Zira o dönemde insanların birbirlerini ihtiyacı güzünüzde olduğundan daha fazlaydı. 

    Devletlerin kurulmasında asabiyenin önemi hakkında da İbn Haldun’un görüşlerini ele alma gayreti içinde olmaktayız. Ayrıca her ne kadar asabiye devletlerin kurulmasında önemli olsa da bunun yanı sıra din faktörünün de etkili olduğunu ifade edebiliriz. Öte yandan bu asabiyelere bağlı olarak ortaya çıkan dil, tarih ve kültürün toplumu birleştiren bir diğer asabiye olduğu da anlaşılmaktadır. İnsan yaşadığı toplumda bir dil bir tarih ve bir kültür edinmekte ve bunlar insanın genetiği kadar önem arz etmektedir. Bu faktörlerin oluşturduğu bir asabiyenin de varlığından söz edilebilir.

 Anahtar Sözcükler:  Asabiye, dil, tarih, kültür, sinir sistemi, bağışıklık sistemi, umran, mülk.

Giriş:

Bireyin varlığı ve sağlığı vücudunu oluşturan organların uyumlu bir şekilde bir bağ ile birbirlerine bağlanmalarından ileri gelir. Vücudun her parçası acıyı ve keyfi aynı anda ve ortak olarak hisseder; bunun nedeni işte bu bağdır. Biyolojik olarak düşünecek olursak bu işi sinir sistemimiz yapmaktadır. İbn Haldun’a göre toplumun da sinir sistemi vardır. Toplumu var eden ve sağlıklı kılan da bu bağın sağlamlığıdır. Vücudun bir yerindeki acıyı diğer taraflara hissettiren sinir sistemi gibi toplumun bir yerindeki acıyı toplumun diğer kesimlerine ileten bu bağın zayıflaması toplumun ölümcül bir hastalığa kapılması demektir. İnsan vücudu enfeksiyonları ateş veya ağrı tepkisiyle ‘bilinç’e bildirir. İşte bu bildirim sinir bağlarıyla meydana gelir. İnsan bu tepkileri dikkate alırsa iyileşir, eğer dikkate almasa ya daha geç iyileşir ya da iyileşmez ve sonunda da ölür. Bu süreçte vücudun direnci de önemlidir. Toplum insan vücudu gibi çeşitli tepkiler verdiğinde daha iyi durumda olan kısımlar bunu dikkate almasa o görmezden geldikleri acılar ve ağrılar tüm vücuda yayıldığı gibi toplumun her kesimine de yayılacaktır.

Toplumun bozulması da düzelmesi de zamanla olmaktadır. Bu durumda bağ oldukça önemlidir. Bu bağ aile bağı, arkadaşlık-dostluk bağı, hemşerilik bağı, vatandaşlık bağı gibi bağlar olabilir. Bu bağların sağlamlığı iletişim ve yardımlaşmanın sürdürülmesiyle artacaktır. Toplumun bugünü bireyler arası bağlarla şekillenirken, toplumun geçmişi ve birikimi onu düşman saldırılarından koruyan bağışıklık sistemini ifade eder. Bir toplumun bağışıklık sistemi yani direnci dil, kültür ve tarihtir. Bu öğelerin bozulması toplumun gelen saldırılara karşı güçsüz bir duruma düşmesine neden olur. Böylece tıpkı bağışıklık sistemi çökmüş bir vücut gibi en basit bir hastalık bile ölümcül bir sonuca neden olacaktır. Toplumun var olması ile beraber varlığını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi iki etkene dayandırılabilir: birincisi bireyler arasındaki birlikteliği sağlayan bağ; ikincisi ise bu bağların sonucu olarak meydana gelmiş dil, kültür ve tarih. Biz bunları vücuttaki sinir sistemi ile bağışıklık sistemine benzeterek ifade etmeye çalışacağız.

Bölüm I: Bireyler Arası Bağlar:

Bireyler arası bağlar çeşitli etkenlerden kaynaklana bilmektedir. Burada kastedilen bağ ilk etapta yaşanılan zaman itibariyle tazeliğini koruyan bağlardır. Zira bir sonraki bölümde ele alacağımız dil, tarih ve kültür diğer gruba girmektedir. Güncel olarak da ifade edebileceğimiz bu bağlar bir soy ya da kan ile kurulmuş akrabalık bağları olabildiği gibi aynı fikir etrafında toplananların oluşturduğu bağ da olabilir. Bunun yanı sıra hemşerilik bağı, din birlikteliği gibi bağlar da geniş anlamda bir asabiyet duygusu ifade etmektedirler.

Asabiyet, Fransızca’ya “Esprit de clan” yani ‘kabile ruhu’ olarak çevrilmiştir. Belli bir kabilenin veya zümrenin fertleri arasında görülen dayanışma ruhunu ifade eder. En genel ifadesiyle “Asabiyetin varmak istediği gaye mülkten ibarettir.”[1] Mülk ise tam olarak egemen olmaktır. Bu egemenlik varlığını asabiyeye borçludur.

Hısım ve akrabaları birbirine bağlayan manevi bir bağ vardır. Bu bağ asabiyettir. Arapça akrabalara “asabe” denilmektedir. Ayrıca “Asb” kelimesi bağlamak, sarmak manasına gelir. Bununla birlikte “isabe” kelimesi bağ demektir. Bu kelimeler arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.  Bu kelimelerden yola çıkarak “ asabiyet” sözcüğüne ulaşılmıştır ki tutkunluk, bağlılık anlamına gelir. [2] İbn Haldun bireyler arasındaki bu bağı, önce aileden başlayarak, genişletmiştir. Ona göre bu bağ, arkadaşlar, dostlar, hemşeriler, vatandaşlar arasında zayıf da olsa vardır. Bir ateşin başında toplanan kişilerin o ateşten ısınmak için yararlanmaları nasıl ki ateşe olan yakınlıkları ile orantılı ise bağların gücü de ateşten uzaklaştıkça azalan sıcaklık gibi grup genişledikçe azalmaktadır[3]. İbn Haldun’a göre asabiyetin kaynağı insan doğasıdır.[4] Ancak bunun yanı sıra akraba ilişkilerinin sosyal hayattaki etkisi de önemlidir. Zira bağlar doğuştan geldiği kadar toplumdan da öğrenilmektedir. Hısım akrabanın bir sıkıntısı olduğunda, bir haksızlıkla karşı karşıya kaldığında, başlarına bir felaket geldiğinde birey elinde olmadan bir tepki vermektedir[5]. Bu durum örneğin trafik kazalarında, depremlerde yani ani felaketlerde daha dikkat çekici bir hızla ortaya çıkar, uzun süren sıkıntılarda, örneğin yoksulluk, bu kadar hızlı ortaya çıkmamaktadır.  Aynı soydan gelenler arasında sıklıkla gördüğümüz bu bağ çoğunlukla farklı soydan gelen bireyler arasında çok da güçlü değildir. Zira bu kişiler bir sıkıntı ile karşılaştıklarında her biri bir yere kaçma eğilimindedirler. İbn Haldun akrabalığı derecelendirir. Ona göre kardeşlerin birbirine bağlılığı, aşiretin fertlerinin birbirine bağlayan bağdan daha güçlüdür.[6] İbn Haldun’a göre kişi, kendi soyundan kendi soyundan kopup, çeşitli nedenlerle, başka bir soya geçebilir. Bu nedenler; akrabalık, ittifak, kulluk ve sığınmadır.

Kırsaldaki asabiyet, şehirdekilere göre daha güçlüdür. Bunu nedeni kırsalın yaşam koşullarının zorluğu olabilir. Bununla birlikte kırsal bölgeler adeta izole edilmiş gibidir. Böylece bozulma daha az olurken dışarıdan gelen saldırıya karşı topyekûn bir savunma mümkün olmaktadır. Kırsalda birey hayat şartlarına doğrudan iştirak etmekte ve karşılaştığı tehlikelere karşı bir tür varlık mücadelesi vermektedir. Bu tehlikelerin en büyüğü, gerek bu grup içinde yaşayan diğer bireylerden, gerekse bu grubun dışındaki diğer grupların bireylerinden kişinin canına, malına zarar vermek yönünden gelecek olan ve insanın kötü, hayvani yanından kaynaklanan tehlikedir. Şehirlerde ise bir grup içindeki üyeleri bu grubun diğer üyelerinden gelebilecek bir saldırıya karşı koruyan egemen bir otorite, yani devlet vardır[7]. Burada toplum daha kurumsal bir hale gelmiştir. İnsanlar mesleklerinde daha uzmanlaşmış ve fazladan çeşitli meslek grupları ortaya çıkmıştır. Maaşlı askerler, güvenlik görevlileri, yazılı hukuk, mahkemeler bireyin bizzat yaptığı işleri devrettiği kurumlar olmuştur. Buna bağlı olarak insanlar daha kibar ama zayıf; daha bilgili ama uygulamadan mahrum bir yaşam sürmektedirler. Kırsal yaşam hayatta kalmak ve mutlu olmak için güçlü olmayı gerektirirken şehir yaşamı bazı kanunlara tabi olmayı mutluluk için gerekli görmektedir. Kırsaldaki asabiyet tek bir asabiyettir. Zira soyların mücadelesi acımasızcadır. Birinin varlığı ötekini yok etmeye bağlıdır. Ancak bir takım bağların olduğu, bunun sonunda böyle bir duyguyu paylaşmaları bunun onları birbirleriyle birleştirmesi, kenetlemesi, bunun da dışarıdakiler tarafından bilinmesi, dolayısıyla muhtemel saldırı heveslerinin kırılması durumunda bu grup emniyette olabilir. Kırsaldaki bu yakınlık duygusunun temelinde yakın veya uzak bir kan bağlılığı bulunmaktadır. [8]Oysa şehirlerde bir arada farklı asabiyeler bulunur. Bu asabiyelerin soydaşlıktan kaynaklanması da gerekmemektedir.

İbn Haldun’a göre küçük asabiyeler bir araya gelerek büyük asabiyeleri bir araya getirebilirler. Burada önemli olan etrafında toplanılan güçlü bir asabiyenin olmasıdır. Bir başka değişle basit asabiyeler bir araya gelerek bileşik asabiyeler oluştururlar. Asabiyelerin mücadelesinde bir tarafta birbirinden bağımsız hareket eden birçok asabiyet varken karşılarında tekbir asabiye gibi davranan bileşik bir asabiye çıktığında dağınık olan basit asabiyeler sayıları ne kadar çok olursa olsun mücadeleyi kaybedeceklerdir.  Dostluk, ittifak ve gerek kulluk gerekse kölelikle de büyüyen asabiyet duygusu adeta toplumun ortak bir ruh taşımasının yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yaygın duygu toplumu bir bedenin uzuvları gibi hareket etmeye itmektedir.

İbn Haldun’a göre “Mülk ancak galip gelmekle, galip gelmek de ancak asabiyetle hâsıl olur”. Ayrıca “ başkanlık ancak zafer kazanmakla, zafer kazanmak da ancak asabiyetle gerçekleşir.” [9] İbn Haldun, toplumu harekete geçiren duygunun asabiyeden kaynaklandığını şöyle ifade eder: “Halkın topluca sevk edilmeleri gereken her hususta kesinlikle asabiyet lazımdır”. “Tüm taarruzlar ve müdafaalar ancak asabiyetle gerçekleşir.”[10]

İbn Haldun asabiyet-din ve asabiyet-devlet ilişkisini ele almıştır[11]. Asabiyetler mücadele ettikleri diğer asabiyetleri yendiğinde onları bünyelerine alarak daha güçlü bir asabiyet meydana getirirler. Bu da daha büyük hedefler koymalarına neden olur. Bu hedefler uğruna başka asabiyetlerle mücadeleye girişirler. Bünyelerine kattıkları her asabiyede daha da güçlenerek sonunda bir devlet haline gelirler. Bazen de zayıflamakta olan bir devletin iktidarını ortadan kaldırarak o devletin yeni sahipleri olurlar. Ancak başkanlıktan hiç kimse gönül rızasıyla ayrılmak istemediğinden savaşlar meydana gelmektedir. Bu şekilde mülk edinme ve devlet kurma mümkündür.

Halk önceleri içine sindiremese de kuşaklar geçtikçe hanedanlığa alışmaktadırlar. Bir süre sonra bir dine bağlanır gibi hanedanlığa bağlanırlar. İbn Haldun’a göre asabiyet devletlerin kurulmasında etkili olduğu kadar sınırlarının genişliğinde de etkilidir. Zira güçlü asabiyeler daha geniş sınırlara sahiptir. İbn Haldun’a göre asabiyelerin çok sayıda olduğu bir bölgeyi yönetmek, az sayıda asabiyenin olduğu yeri yönetmekten zordur.  Mülk ve devlet açısından asabiyet oldukça önemlidir. Bununla birlikte dini davet açısından da asabiyet önemli bir mevzudur. Dini davetçilerin başarılı olmalarında da asabiyet etkilidir. Bunun yanı sıra sosyal hayattaki asabiyenin etkisiyle dinin etkisi arasında bir benzerlik bulunmaktadır.  Şüphesiz dini toplum asabiyetini katlayarak artırır. Bir kavimde dini dayanışma meydana gelirse bu kavim kendinden sayıca çok ve daha güçlü asabiyeler karşısında başarılı olacaktır. Din kabilelerin bir araya gelmelerini böylece büyük bir asabiye meydana getirmelerini sağlayan bir etken olmaktadır. İbn Haldun mülk ve büyük hanedanlığın ancak kabile ve asabiyetle meydana geleceğine inanır. Bunun gibi dini davet de asabiyesiz meydana gelmez. Asabiyet ve dini davet birleştiğinde muazzam bir hanedanlığın meydana gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Egemenliğin oluşması gelişmesi ve çözülmesi asabiyeye bağlıdır.  

     Kırsal asabiyede göçebelik olduğu halde ümranda bulunmamaktadır. Zira umran göçerliği değil yerleşik hayatı benimser. Yine benzer olarak umran yıkmayı değil inşa etmeyi gerektirir oysa bu nitelik de kırsal asabiyelerde bulunmaz. Kırsal asabiyeler yağmalama peşindedirler ve yağmaladıkları yerlerde bir sistem kurma eğiliminde olmazlar[12].

Bölüm II: Toplumu Ayakta Tutan Dil, Tarih ve Kültür

İbn Haldun’a göre kaynaşmaya esas teşkil eden husus; birlikte yaşama, beraber savunma, sürekli temas, yetişme ve süt emme çağında birlikte bulunma ile ölüm ve yaşama dair diğer hallerdir.[13] Bir başka ifadeyle uzun zamandan beri birlikte ve yakın yaşama, birlikte büyüme, aynı sütannesinden, eğitimden geçme, dostça arkadaşlık ilişkisinin, tek cümle ile hayata ve ölüme ait her şeyi ortaklaşa paylaşma ilişkisinin belirlediği bir bağlılık ve yakınlık duygusu ile toplum kendi bağışıklık sistemini inşa eder[14].

İbn Haldun asabiyeti soy kavramına sıkıştırmaz.[15]  Onun asabiyeti Ziya Gökalp’ın milliyetçilik anlayışına benzer. İbn Haldun’un asabiye kavramından “grup duygusu”, “toplumsal dayanışma duygusu, bilinci”,  “vatanseverlik, milli duygu, milliyetçilik” anlamları da çıkarılmaktadır.[16] Kültürel açıdan ortak olan bireylerin bağlılığı İbn Haldun’un asabiyetidir, denilebilir. Ancak ibn Haldun’un bedevi  umran diye adlandırdığı ilkel topluluklarda asabiyet duygusu kan bağlılığından ileri gelmekte iken daha büyük ve gelişmiş umranlarda örneğin şehirlerde soy birliğinin yanısıra diğer ortaklıklarda asabiyeye ve buna bağlı olarak oluşan kültüre  kaynak olmaktadır.

Dil, kültür ve tarih asabiyeyi oluşturan bireylerin ortak mirası gibidir. İbn Haldun, her ne kadar bazı özelliklerin soydan geçtiğini kabul etse de daha çok çevresel faktörlerin insan gelişimine katkı sağladığını kabul eder.[17] İbn Haldun, İslam tarihinin ve Müslüman rejimlerin oluş ve bozuluş gibi tabiat kanunlarına tabi olduklarını açıkça ve ayrıntılı bir biçimde açıklar. Dolayısıyla İslam tarihini ve kültürünü tam olarak anlayabilmek için insanın ve toplumun hayati özelliklerinin doğal olarak anlaşılması gerektiğini göstermektedir. [18] İnsanların doğasında kendini ifade etme vardır. Bu onlar için bir ihtiyaçtır.[19] Dil, bu ihtiyaçtan doğmuş bir eserdir. 

Uzun kültürel çöküş ve parçalanma dönemleri, toplumun bünyesini yok etmektedir. Bu yüzden toplum ve liderler insan toplumu ve kültürünün temel ve doğal esaslarıyla ilgili netliğe ve onlar olmadığında toplumun da var olmadığının doğal ve zorunlu şartları anlamaya daha çok ihtiyaç duyarlar.[20]

Kırsal bölgelerde çoğunlukla soya bağlı olan asabiye, toplumu bir bütün olarak hareket etmeye sevk ederken şehirlerde hem grubun büyümesinden hem başka gruplarla birlikte bulunmasından tüm toplum açışından bir ilk hareket ettirici olmamaktadır. Bunun yerini bir fikir ya da dine dayalı asabiyeler almaktadır. Eğer bu sağlanamazsa şehir kendisini oluşturan küçük asabiyelere ayrılacaktır. Böylece adeta taşları birbirine bağlayan harcın çözülmesi gibi küçük asabiyeler bir birinden ayrılacaktır.

Günümüzde bu küçük asabiyeler soya bağlı olduğu kadar, aynı fikir etrafında toplanmış derneklere, siyasi partilere, cemaatlere, tarikatlara bağlıdır. Bu asabiyeler devleti yöneten asabiye zayıfladığında adeta yağmalar gibi devlet imkânlarını kendi lehlerine kullanmaktadırlar. Toplumun adeta çimentosu kabul edilen dil, tarih ve kültürün bunlarla birlikte ahlakın bozulması bu devleti oluşturan ve tüm asabiyelerden oluşan büyük asabiyenin sonu olmaktadır.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi asabiyet birçok asabiyenin birleşmesinden ve kaynaşmasından oluşur. Bunların bir tanesi diğer tüm asabiyelerden daha kuvvetli olduğundan onlara galip gelir ve bunları bünyesinde toplar. Asabiyet, ortak bilinç veya kolektif dayanışmayı sağlayan muharrik güçtür.[21] Tarihin bilim olup olmadığı tartışmalarında da gündeme gelen bu güçlü asabiyenin, tarihi kendi istediği gibi yazdırdığı iddia edilmektedir.  Böylece tarih güçlü asabiyenin yönlendirmesiyle şekillenmektedir.

Görüşlere ve mezheplere olan aşırı taraftarlık tarihin aktarılmasında çeşitli yanlışlıkların ifadelere karışmasına neden olmaktadır. İbn Haldun’a göre birey, kendine uygun düşen haberleri işitir işitmez kabul ederken aksi durum söz konusu olduğunda inkâr etmektedir. [22] Ancak unutulmamalıdır ki fikirler değişebilir fakat yaşananların nesnel olarak ifade edilmeleri sadece o dönem içerisinde mümkündür. Bu yüzden rasyonel olana yani kalıcı olana itibar etmek gerekmektedir. Zira tarih insanları bir arada tutan bir harçtır. Bu harç tutarlılıktan yoksun olmamalıdır. 

Sonuç:

    Toplumu ayakta tutan geniş anlamda iki unsurdan söz etmeye çalıştık. Bunlardan ilki ‘şimdi’ye hitap eden ve kişiler arası tüm bağlılıkları içine alan bir unsurdur. Biz bu unsuru vücudun bir yerindeki acı ve keyfi diğer tarafların da hissetmesine aracılık eden sinir sistemimize benzettik. Bu unsur kırsalda daha çok soy bağlılığına dayalı iken şehirlerde çeşitlilik göstermektedir. Bu durumun kırsal toplumlardaki homojen; şehirlerdeki heterojen yapıdan kaynaklandığı ifade edilebilir. Ayrıca kırsaldaki bağlılıkların daha sağlam olduğunu da söylemek yerinde olacaktır. Bu bağlılıklar bazen çok uç noktalara vararak çeşitli sıkıntılara neden olabilmektedir. Günümüzde kan davaları denilen uygulamalar bu önüne geçilemez bağlılıkların olumsuz bir sonucudur. Şehirlerde insanlar hak ve hukuklarını mahkemelere başvurarak ararken kırsalda bu tür gereksinimleri bireylerin kendi başlarına ya da oluşturdukları topluluklarla gerçekleştirmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Ancak kırsalın bu olumsuz örneklerinin yanı sıra yardımlaşma ve birlikte kalkınma açısından şehirlerin ilerisinde oldukları söylenebilir. Bu anlamda şehir insanı daha zayıf ve bencildir. Kendi lüksü ve keyfi uğruna gözü kimseyi görmemektedir. Bunu da bastırılmış fiziksel şiddet duygularını psikolojik ve sosyal şiddet kullanarak göstermektedir. Kendini korumaktan aciz iken sözde toplumu koruyacağını zannederek budalaca bir yaşam sürmektedir. Böylece eksikleriyle birlikte şunu iddia etmek mümkündür. İnsanlar tek bir toplum olarak ele alınmadıkça ve bu toplumun tüm bireyleri temel haklar açısından eşit kabul edilmedikçe hiçbir zaman hiç kimse uygar ve medeni olarak adlandırılamaz. Zira her kısmi bağlılık, bir diğeri ile menfaat çatışması içinde olmakta iken belgesellerde izlediğimiz ve var olmak için birbirleri ile mücadele eden canlılardan farklı olamayacaktır.

    Kırsal insanını içinde bulunduğu şartlar şekillendirdiğinden o doğadaki diğer canlılar gibi dostluğunu ve düşmanlığını şahsen ve açık olarak göstermektedir. Ahlaki açıdan baktığımızda böyle olması şehir insanı gibi sinsi olmasından daha “iyi”dir. İbn Haldun’da karşılaştığımız bir diğer vurgu da bunun üzerinedir. Şehir insanı ahlaki açıdan daha zayıf iken kırsal insanı daha kuvvetlidir.

    Bahsetmeye çalıştığımız ikinci unsur ise toplumun bağışıklık sistemi olarak adlandırdığımız dil, tarih ve kültürdür. Çağdaş Türk düşünürü Ziya Gökalp’ın de üzerinde durduğu kültür toplumu iç ve dış saldırılara karşı ayakta tutan önemli bir unsurdur. İbn Haldun’da bu konuda direk bir ifade bulamasak da anlıyoruz ki diline ve tarihine önem veren dolayısıyla kültürüne de önem veren toplumlar diğer toplumlar karşısında daha güçlü ve güven içinde olabilmiştir. Bu konuda İbn Haldun’un, tarihin bir bilim olarak ortaya çıkmasına da neden olan, yaklaşımını toplumsal açıdan tarihe verdiği önemden anlıyoruz.

    İbn Haldun’un kendi döneminde ortaya atmış olduğu asabiyet kavramının toplumun birliği bütünlüğü açısından ne kadar önemli olduğunu günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak kendisinin de dikkat çektiği üzere bu asabiye, suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların gittikçe genişlemesi gibi tüm insanları içine alan bir toplumu ifade etmesi gerektiği inancındayız.  Elbette en dış halkadakilerin bağlılığı tıpkı atomun etrafındaki elektronlarda olduğu gibi merkeze yakın olanlarınkinden zayıf olacaktır ancak bu onlara düşmanca davranmamızdan daha “iyi”dir.

Kaynakça:

1-    Sati el-Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2001.

2-    Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yayınları, Ankara, 1987.

3-    Şerif, M.M, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.

4-    Okumuş, Ejder, Osmanlı’nın Gözüyle İbn Haldun, İz Yayıncılık, istanbul, 2008.

5-    İbn Haldun, Mukaddime, Çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 2008.



[1] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yay, İst, 2001, s.205

[2] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar,  s. 196

[3] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar,  s. 198

[4] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar,  s. 196

[5] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar,  s. 196

[6] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar,  s. 197

[7] Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, Vadi Yay, Ank, 1987,s.109

[8] Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, s.110

[9] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, s.204

[10] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, s.204

[11] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, s.204

[12] Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, s.117

[13] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, s. 199

[14] Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, s.114

[15] Sati el- Husri, İbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar, s. 197

[16] Arslan, Ahmet, İbn-i Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, s.108

[17] Şerif, M.M, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 405

[18] Şerif, M.M, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, s. 414

[19] Şerif, M.M, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 416

[20] Şerif, M.M, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 432

[21] Okumuş, Ejder, Osmanlı’nın Gözüyle İbn Haldun, İz Yayıncılık, İstanbul, 2008, s.49

[22] İbn Haldun, Mukaddime, Çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 2008, C I, s. 200

Bu İçeriği Paylaşın
1 Yorum
  • bir yaşıma daha girdim denilen durumu yaşıyorum şu anda, asabiyet başlığını görünce sinirle ilgili bir yazı bekliyordum, böyle bir kavramdan hiç mi hiç haberim yoktu… yalnız Kırım savaşı için siteye girmiştim şu an geldiğim noktaya bakın:)) site bırak yakamı artık

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

Exit mobile version