Yazının keşfinden önceki dönemlere tarihçiler, tarih öncesi uygarlıklar adını verir. Ancak ilkokulda öğretilenin aksine tarih öncesi çağlar, aslında “karanlık” bir çağ değildir. Elimizdeki arkeolojik veriler, tarih öncesi dönemleri anlamamızda ve o dönemlerde yaşayan insanların hayatları hakkında bilgi sahibi olmamıza olanak tanıyor.
Tarih öncesi uygarlıklar için aslında keskin bir biçimde şu tarihte başlayıp şu tarihte biter demek oldukça yanlış olacaktır. Ancak kaba bir tarih vermek gerekirse İ.Ö. 700 000’li yıllardan yazının İ.Ö. 3.binin başlarında Mezopotamya ve Mısır’da icat edilmesine kadar olan ki olan dönem için Paleolitik Devir diyebiliriz. Bu yazımızda, Paleolitik Çağ adı verilen, Türkçe’ye Eski Taş Çağı olarak çevirebileceğimiz çağın şartlarından ve insan yaşamından bahsetmeye çalışacağız.
Yaklaşık olarak 700 000 ile 10 000 yılları gibi uzun bir dönem boyunca yaşandığı düşünülen bu çağda insanlar henüz üretim yapamazken, doğadan elde ettikleri ile hayatını idame ettirirler. Gruplar halinde yaşayan insanlar daha bu dönemde iş bölümü yaparak gruplara ayrılmıştır. Örneğin erkekler hayvan avlarken, kadın da doğada yetişen bitkilerin meyvelerini toplayarak hayat mücadelesine katkı sağlamıştır.
Arkeologlarca ve Eski Çağ Tarihçilerince bu dönemin en önemli olayı, ateşin kullanılmaya başlanmasıdır. Ordinaryüs Profesör Doktor Ekrem Akurgal’a göre, ateşin keşfi insanoğlunun medeniyet yolunda attığı ilk adımdır. Bu büyük gelişimi takiben insanlar alet kullanmaya başlarlar. Aletten kastımız; taştan imal edilen tek ya da iki taraflı el baltaları ile ilkel bıçaklardan ibaretti.
Bu çağın sonlarına doğru ise daha başka hammaddelerden daha spesifik aletler yapılmaya başlandı. Örneğin kemikten iğnelerin icat edilmesi insanların hayvan bağırsağı ile giysiler dikebilmesine ve soğuk buzul çağı dönemlerinde hayatta kalabilmelerine zemin hazırlamıştır. Bundan başka kemikten yapılan diğer aletler, mızrak uçları gibi av amaçlı da kullanılmıştır.
Üçüncü buzul devrine girildiğinde, insanoğlunun iz bırakma dürtüsü açığa çıkar. Bu devirde ilk olarak heykel ve resim sanatından söz edebiliriz. Oldukça basit bir şekilde yapılmış duvar resimlerinden ibaret olan bu “sanat”ın aslında insanların iz bırakma dürtüsünden ileri geldiği düşünülüyor. Mağara duvarlarında ortaya çıkan el izleri gibi resimler, bu dürtüyü en iyi şekilde yansıtıyor: “Biz buradaydık”
Dördüncü buzul devrinde ise bu basit “el” baskıları yerini daha başarılı duvar resimlerine ve fildişinden imal edilen figürinlere bırakır. Bu dönemde yaşamış insan topluluklarının büyük bir bölümünün, kadının hamile kalıp çocuk doğurmasından yola çıkarak dişi bir tanrıya taptıklarını söylememiz mümkündür. Zira bu mağaralarda ortaya çıkan dolgun göğüsleri ve vücut hatları olan kadın heykelciklerinin bu yönde bir kültün geliştiğini açığa çıkartır.
Oldukça ilginç olan ise bu heykelciklerin sadece belirli bir bölgede ortaya çıkmamış olmasıdır. Hemen aynı tipteki figürinler hem Anadolu’da hem de Avrupa’nın içlerinde ortaya çıkıyor. Bu durumda insanların aynı dönemde aynı yaratıcıya taptıkları gibi bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Ancak o dönemlerde insan topluluklarının birbirleri ile iletişiminin oldukça kısıtlı olduğu düşünüldüğünde bu etkileşimin nasıl gerçekleştiği ise büyük bir sır.
Bunun yanı sıra bu devirde yaşayan insanların mezarlarına bıraktığı yiyeceklerden ve bitki kalıntılarından anladığımız kadarıyla, ölümden sonra yaşama inandıkları sonucu çıkartılıyor.