Hitit heykel sanatı, Hitit yaşantısında daha doğrusu Hitit dini yaşantısında oldukça büyük bir önemi sahipti. Zira tanrı heykelleri, tanrıların yer yüzündeki simgeleri olarak görülür ve çok büyük bir kutsallık atfedilirdi. Dolayısıyla hangi şehirde daha çok tanrı heykeli varsa, o şehir o kadar kutsal olurdu. Hatta başkent Hattuşa’dan, Dattaşa’ya sevk edildiği zaman, Hattuşa’da bulunan çoğu kutsal tanrı heykeli, yeni başkente taşınmıştı. Bunun nedenlerinden birisi yeni başkentin kutsallığının arttırılmasıyken diğeri de, Hattuşa’nın fethedilip, tanrı heykellerinin ele geçirileceği korkusudur. Ancak bu heykellerin çoğu ele geçememişse de, tanrı kabartmaları çok sayıda günümüze kadar ulaşmıştır.
Anadolu’da, Hitit dönemine kadar heykel sanatı daha çok figürinler ile icra edilmekteydi. Ancak Hititlere geldiğimiz de, anıtsal heykelcilik kendisini göstermeye başlar. Hitit devlet arşivinde yapılan kazılarda ele geçen çok sayıda yazılı tablette, büyük boyutlu heykellerden söz edilir. Bununla birlikte Hitit plastiğinin ilk örnekleri daha çok doğu uygarlıklarının özentisi şeklindeydi. Ancak imparatorluk gittikçe güçlendikçe, hitit sanatı da kendi özünü bulma yolunda büyük adımlar atmış, hatta bütün Anadolu’yu etkiler hale gelmişti. Üstüne üstlük bu etkileri Anadolu’yu da aşmış, Filistin ve Suriye’ye kadar yayılmıştı.
Hitit kabartmalarında sıklıkla görülen boynuzlu şapkalar, Babil sanatından getirilmiş olsa da, Hitit Sanatında bu şapkalara yeni anlamlar yüklenmiştir. Bu boynuzların her biri, bir rütbe olarak karşımıza çıkmaktadır. Şapkasında çok sayıda boynuz bulunan tanrı daha büyük, az sayıda bulunan tanrı ise daha küçük, daha lokal bir tanrı olarak nitelendirilmektedir. Örneğin Hititlerin baş tanrısı olan Gök Tanrı’nın 11 adet boynuzu varken, İştar’da yalnıza bir adet boynuz bulunmaktadır. Ayrıca Hitit kralları da ölümden sonra tanrılaştırılır ve onların da şapkalarına boynuzlar eklenirdi. Böylece bir kabartmada bulunan kralın başında boynuz varsa, o kabartmanın kral öldükten sonra yapıldığı anlaşılabilmektedir.
Hititler denince akla gelen bir diğer eser olan Güneş Kursu ise, tıpkı plastikte olduğu gibi doğu kökenli bir eserdir ve Mısır sanatı ile ilintilidir. Ancak Hititler bu eseri olduğu gibi almamış, ona yeni bir anlam yüklemişlerdir. Güneş Kursu, Hititlilerde, kral olmanın baş simgesi olarak düşünülmüştür ve “Ben Kral, majeste” anlamına gelmekteydi.
Kral ve tanrıların tasvirlerinde biyolojik açıdan birbirini ayıran hiçbir özellik verilmemiştir. Bütün göz, kulak ve burun işlemeleri birbirinin aynıdır. Bununla birlikte bazen sakallı bazen de sakalsız tasvir edilmişlerdir ancak hiçbir zaman bıyıklı tasvir edilmemişlerdir. Bu nedenle tanrı ve kralları birbirinden ayırmanın tek yolu, genellikle üzerlerinde yazılı olan hiyeroglifleri okumaktan geçmektedir.
Çünkü Hititler, realist bir sanat düşüncesi yerine daha çok idealize edilmiş bir sanat düşüncesine sahiptiler. Bu nedenle insanları olduğu gibi değil, kafalarında canlandırdıkları gibi tasvir ediyorlardı. İnsanın önemli özelliklerini aktarmak için yüz profilden verilirken, gözler daha iyi gözükmesi açısından cepheden, göğüs cepheden, bacaklar ise yine profilden verilirdi. Bu tasvir biçemi, Mısır Heykel sanatındaki biçemle neredeyse birebir aynıdır. Ancak bu biçem sanatçıların beceriksizliğinden değil de, idealize bir sanat anlayışına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Zira arkeolojik kazılarda ele geçen bazı eserlerde gördüğümüz gibi, sanatçılar bütün vücudu profilden olacak şekilde de tasvir edebiliyordu.