Kant’a göre; bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur.
Bu döngüden hareketle baktığımızda hayatın bir kompozisyon olduğunu görebiliriz. Yaşamın her safhasında kompozisyon dizeleriyle karşı karşıyayızdır. Doğum, büyüme ve ölüm gibi; her sürecin kompozisyon dizgesi içerisinde giriş, gelişme ve sonuç safhalarıyla karşılaşmaktayız.
Fikirde özgün olmak sayesinde farklılığı ispatlamak mümkündür. Her alanda özgün olmak elbette kolay değildir. İnsan sosyal bir varlık olduğu için etrafındaki kişilerin görüşlerinden, davranışlarından, görünüşlerinden etkilenmesi çok doğaldır.
Bir kompozisyon hazırlarken dikkat edilmesi gereken konuların başında özgünlük gelmektedir. Örneğin sanat eserleri de aslında birer kompozisyondur. Bir bale, bir tiyatro, bir beste, bir roman, bir şiir her şey bir bütündür. Hayatın her alanı olduğu gibi kompozisyonun bir parçasıdır.
Özgün fikre buluş adı verilir. Belki etkilendiği bazı noktalar vardır; ama kendinden de bir şeyler kattığı, damgasını vurduğu için özgündür. Tabii ki özgün hayaller kurarak, özgün eserler ve dolayısıyla dört başı mamur kompozisyonlar yazılabilir.
Özgün fikirler; bilinçle, bilimle ve bilginin senteziyle ortaya çıkmaktadır. Kişi yaptığı şeyin bilincine varmadan o işi yaparsa, el attığı her şeyin sonucunu ve değerini yeteri kadar anlaması da mümkün değildir.
Yunus Emre’nin;
İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır?
dizeleri de bu paraleldedir. Evet ilim yada bilim bir şeyler öğrenmeyi gerektirmektedir; ama insanın bir bilim dalında uzmanlaşabilmesi içinde önce kendisi bilmesi ve anlayabilmesi gerekir. Bu ele alacağı bilim dalında başarılı olup olmayacağı, o bilimin kendi karakteriyle uyuşup uyuşmayacağını bilmekle gerçekleşir.
Sözgelimi üniversite sınavlarında yanlış tercih yapıp aslında hiç de başarılı olamayacağı üstelik zevk alamayacağı bir bölümü seçen öğrencilerin, üniversite yılları boşa geçen yıllar olarak nitelendirilebilir.
Bilgisizlik, insanı başarısız kılar; bilim ise yüceltir. İnsanların başarılı olabilmesi için bilgi ve kültür şarttır; o zaman kişi hem cahillikten kurtulur hem de erdemli bir insan olma şerefine erişir.
‘’Aristo, insan düşünen bir hayvandır’’ der. Gerçekten de insanı diğer canlılardan ayıran başlıca nitelik, düşünme mekanizmasına sahip olmasıdır.
İnsan, var olduğunu ancak çevresini saran dünyayı kavrayabildiği ölçüde anlar. Bu kavrama işi de hiç kuşkusuz düşünme yoluyla bu da ilim ve bilimin ışığında gerçekleşir ve hayatımızda çizdiğimiz kompozisyonda bu ışık çerçevesinde şekillenmektedir. İnsan olaylar ve fikirler karşısında düşünebiliyorsa var demektir.
Düşünme süreci de bireyin çevreyi algılamasıyla bağlantılı olarak değerlendirilmelidir. Bireyin çevre içerisindeki objeleri algılaması sonucu o obje hakkında düşüncesi gelişir ve netleşir. Ancak algılama esnasında belirtilen unsurların etkin olması durumunda objenin belirleyiciliği artmaktadır. Kentin algılanmasında ise toplumun genelinde beliren unsurlar insan belleğinde kentin kimlik yapısını belirginleştirmektedir. Algılama olayı görsel, işitsel, iletişimsel, sistemlerin bir ürünü sonucunda gerçekleşmektedir.
Bireyin algılama süreci bireye özgündür. Birey çevrenin ona göndermiş olduğu her sinyali değerlendiremeyeceğinden, kendisi için öncelikli olarak, özel olanları analiz eder. Kimi insan ilk girdiği bir binada öncelikli olarak binaları fark ederken, kimisi ise ihtiyacına cevap verebilecek ortamlara yönlenmektedir. Farklı kültürel çevrelerden olanların bilgileri, tercihleri farklı olacağı için algıları da farklı olabilmektedir (Lynch, 1960, ss.46-90).
Algı, bireyin bakış noktasında ki değerlerin görüş alanı içerisinde kalan alan içerisinden seçilmektedir. Bireyin bakış açısı değiştikçe, görüş alanı da değişmekte bunun sonucunda da algılanan değerlerde de farklılık oluşmaktadır. Sonuçta birey hangi noktada olursa olsun kişisel istekleri dışında özellikli yapılanmaları dikkati çekmektedir.
Bu tekrarlanan öğelerin oluşturduğu bir kombinasyonda olabileceği gibi, görüş alanı içerisinde kalan noktadaki biçimsel, hacimsel vb… zıtlık oluşturabilecek mekansal yapılaşmalar da olabilir. Aynı şekilde tarihi bir yapı; odak haline gelmiş merkezi oluşturan bir mekanlaşma da olabilmektedir. Bu da bize gösterir ki kent içinde önemli bir sembol olarak gözüken mekanlar bireyin ilk bakışta algı alanı içerisine girmekte ve belleğinde yer edebilmektedir.
Bireyin çevresinden söz edebilmesi için onu görmesi, hissetmesi, algılaması gerekir. Algılanan imaj ögeleri zihinlerde bireyin, bireyin oluşturduğu toplumun yer etmekte ve kent kimliğinde önemli bir iz oluşturmaktadır. Bu ögeler kentin kimliğini zenginleştirici özelliğe sahiptir.
Tıpkı bir organizma gibi, kentte boşlukta yer tutan bireyin ve bireyin oluşturduğu toplumun şekillendirdiği yapısal bir formdur, ancak bu formun ölçüleri daha büyük ve uzun zaman içinde tam olarak algılanabilmektedir. Bu nedenle kent, zamana bağlı bir sanattır, ancak müzik gibi diğer zamansal sanatların başvurduğu denetimli ve ölçülü ardıllıktan pek az yararlanabilir. Kentte her an gözün görebileceğinden, kulağın duyabileceğinden fazlası vardır, keşfedilmeyi bekleyen bir dekor, bir manzara vardır. Unutmamak gerekir ki hiçbir şey tek başına algılanamaz, bu süreç çevresiyle, kendisini doğuran olaylar zinciriyle, geçmiş süreçlerin analiziyle ilintili olarak değerlendirilir (Lynch, 1996, ss.91-118). Bu analizlerin sonuç ürünü olarak da kentlerin kimlik karakteri ortaya konmaktadır. Kentlerin kimliğinde tarihsel süreç önemli bir gösterge olabilmektedir ve sonuçta kentler geçmişten bugüne getirdikleriyle bir kimliğe bürünürler. Önemli olan bu sürecin içerisinde ki kompozisyonu ilim ve bilimin ışığında bir bütünsel olarak ortaya koyabilmek gerekir.
Evet geçen yazımda olduğu gibi bu yazımda da sözü üstatlara bırakıyorum, şimdi susmak zamanı bakalım bu sefer bize ne diyecekler;
Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek.
Şüphe etmek düşünmektir.
Düşünmekse var olmaktır.
Öyleyse var olduğum şüphesizdir
Rene Descartes.
onu bunu bilmem de eğer Kant'ın söylediği gerçekse, yani bu hayat bir rüyadan ibaretse çok bozulurum söyliyim:))