SALDIRGANLIĞIN KÖKENİ

Cemal Berk CENGİZ 2.7k Görüntüleme
2 Dk Okuma

    Bilim adamları, filozoflar ve diğer önemli düşünürler uzun yıllardır insanlarda var olan saldırganlığın kapasitesi üzerine tartışıyorlar. Bu konu üzerinde tartışırken kimileri saldırganlığın doğuştan gelen, içgüdüsel bir ayırıcı özellik olduğunu düşünüyor.  Kimileri ise saldırgan davranışların daha sonra öğrenildiği üzerinde ısrarı devam etmektedir.

    17. yüzyıl filozoflarından Thomas Hobbes  insanların yaratılışları gereği kendi çıkarlarını korumaya çalışan canlılar olduğunu ve diğer insanlara saldırgan davranışlar gösterseler bile kendi iyilikleri için çalışmış olacaklarını savunuyordu.  Hobbes’e göre doğa durumunda yaşanan hayat yalnız, yoksun, kötü ve kısadır. Bu durum ise bir başkası tarafından öldürülme korkusunun neden olduğu bir kaygı durumuna yol açmıştır. Bu sebepten dolayı insan başkalarına karşı kendini güvende hissetmek için bir topluluğa katılır.

    Bundan bir asır sonra ise Jean-Jacques Rousseau bu görüşlerin tam tersini savunacaktır. 1762 yılında insanların yaratılışları gereği merhametli ve yalnız canlılar olduğunu yazacaktır. Yine Rousseau’ya göre hayvanların aksine insanlar iç güdüleri ile hareket etmezler. İnsan kendi davranışını şekillendirebilir. İnsanların içerisinde bulundukları toplum değiştikçe insanlarda davranışlarını değiştirir. Dolayısıyla Rousseau, Hobbes’un  insanları tanımlarken kullandığı hayvani özelliklerin aslında Hobbes’un  çağdaşlarının yaşadığı toplum tipinden kaynaklandığını ve bunların insan doğasına özgü olmadığını savunuyordu.

    Hobbes’un bu kötümser durumun 20. Yüzyılda, insanların Eros olarak adlandırdığı yaşama yönelik içgüdü ve Thanatos olarak adlandırdığı ölüme yönelik içgüdü ile doğduğu kuramını ortaya atan Sigmund Freud’un düşüncelerinde yankı buldu. Freud ölüm içgüdüsü üstüne şunları yazmıştır. “Ölüm içgüdüsü bütün canlılarda bulunur ve yaşamı mahvederek özgün durumundaki cansız madde haline indirgemeye çalışır. Freud saldırgan enerjinin bir şekilde ortaya çıkmasının gereklilik olduğuna aksi takdirde birikip hastalığa yol açacağını düşünüyordu.

    Freud’un fikirleri hidrolik kuram benzetmesiyle daha iyi bir şekilde anlaşılabilir. Bir kapta bulunan su basıncı artarken enerji bir şekilde dışarı atılmazsa bir tür patlama yaşanır.

    Freud’a göre toplum bu içgüdülerin düzenlenmesinde ve insanların bu içgüdüleri yüceltmesinde yardımcı bir rol oynar. Yani enerjiyi kabul edebilir ya da yararlı bir davranışa dönüştürür. Örneğin Freud, sanatsal yaratının ve şehirlerin geliştirilmesini sağlayan yeni adımların arkasındaki enerjinin saldırgan enerjinin yüceltilmesi olduğuna inanıyordu.

Bu İçeriği Paylaşın
Yorum bırakın

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

Exit mobile version