İnsanoğlu var oluşunu ve bunun anlamını oldukça uzun bir süredir düşünmektedir. Ancak verilen cevaplar tatmin edici olmadığından bu arayış her dönem tazeliğini korumaktadır. Yaşam acı ile hazzın rekabeti ile sürüp gider. Biri istenmediği halde zorla gelen diğeri ise peşinden koşulan şeylerdir. Haz elde etsek de kısa sürede değerini yitirirken acı varlığını uzunca bir süre hissettirmektedir. Böylece hayatın acı ve ısdırap üzerine kurulmuş olabileceği fikri akla gelmektedir.
Acının ve hazzın asla birbirini dengelemeyeceği ortadayken bir de en değerli kabul ettiğimiz yaşamdan bir karar vererek vazgeçenlerin olması meselenin biraz daha karmaşık hale gelmesine neden olmaktadır. Hayat bu kadar değerli iken ondan nasıl vazgeçilebilir. Bununla ilgili de çeşitli cevaplar verilmiştir. Öte yandan yaşamın zevklerinden mahrum kalmayı tercih eden varlıklı insanlar hazzın tek başına mutluluk için yeterli olmadığını haykırır adeta. Hayatın yavanlıktan kurtulup tat kazanması bir şeylerden mahrum kaldığımızda daha da mümkün olmaktadır.
Boş ya da anlamsız kabul edersek hayatı onu yaratan Tanrı’nın boş bir işle uğraştığını da iddia etmiş oluruz. Oysa iradenin olmadığını varsaydığımız inorganik âlemdeki muntazam düzen aslında hiç de kusurlu olmayan bir dünya da yaşadığımızı göstermektedir. Yaşamı mahvedip sonra ondan şikâyetçi oluyor gibiyiz. Adeta oyuncağını kırıp sonra da ağlayan şımarık çocuklar gibiyiz. Biz şımarık davrandıkça ağlayıp ağlatmaya devam edeceğimiz konusunda kimsenin şüphesi bulunmamalıdır. Hayat her şeyin doğasına uygun hareket etmesiyle güzelleşir. Burada önemli olan o şeyin doğasını doğru anlamaktır.
Hayatın Anlamı
DEU / SBE/ Felsefe ve Din Bilimleri ABD
Felsefe Tarihi Bölümü
Kenan SAĞLAM
Özet:
İnsanoğlu var oluşunu ve bunun anlamını oldukça uzun bir süredir düşünmektedir. Ancak verilen cevaplar tatmin edici olmadığından bu arayış her dönem tazeliğini korumaktadır. Yaşam acı ile hazzın rekabeti ile sürüp gider. Biri istenmediği halde zorla gelen diğeri ise peşinden koşulan şeylerdir. Haz elde etsek de kısa sürede değerini yitirirken acı varlığını uzunca bir süre hissettirmektedir. Böylece hayatın acı ve ısdırap üzerine kurulmuş olabileceği fikri akla gelmektedir.
Acının ve hazzın asla birbirini dengelemeyeceği ortadayken bir de en değerli kabul ettiğimiz yaşamdan bir karar vererek vazgeçenlerin olması meselenin biraz daha karmaşık hale gelmesine neden olmaktadır. Hayat bu kadar değerli iken ondan nasıl vazgeçilebilir. Bununla ilgili de çeşitli cevaplar verilmiştir. Öte yandan yaşamın zevklerinden mahrum kalmayı tercih eden varlıklı insanlar hazzın tek başına mutluluk için yeterli olmadığını haykırır adeta. Hayatın yavanlıktan kurtulup tat kazanması bir şeylerden mahrum kaldığımızda daha da mümkün olmaktadır.
Boş ya da anlamsız kabul edersek hayatı onu yaratan Tanrı’nın boş bir işle uğraştığını da iddia etmiş oluruz. Oysa iradenin olmadığını varsaydığımız inorganik âlemdeki muntazam düzen aslında hiç de kusurlu olmayan bir dünya da yaşadığımızı göstermektedir. Yaşamı mahvedip sonra ondan şikâyetçi oluyor gibiyiz. Adeta oyuncağını kırıp sonra da ağlayan şımarık çocuklar gibiyiz. Biz şımarık davrandıkça ağlayıp ağlatmaya devam edeceğimiz konusunda kimsenin şüphesi bulunmamalıdır. Hayat her şeyin doğasına uygun hareket etmesiyle güzelleşir. Burada önemli olan o şeyin doğasını doğru anlamaktır.
Anahtar sözcükler: Acı, haz, intihar, absürde, mutluluk,
Giriş:
Hayatın anlamı felsefenin üzerinde durduğu ilk konulardan biridir. Ancak henüz bilinmezlik açısından tazeliğini korumaktadır. Bu konuya verilen cevaplar insanların yaşam şekillerini belirlediği gibi çeşitli akımların da ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kimileri hayatın haz ile anlam kazandığını öyle ise hazza götüren eylemlerin iyi olduğunu öne sürmüş, kimileri çıkara götüren eylemleri savunmuş, kimileri ise hakikatin peşinde bir ömür sürmenin anlamlı olacağını iddia etmiştir. Çalışmamız bu yaklaşımlardan daha çok kötülüğün iyiliğe baskın olduğu ve asla birbirini dengeleyemeyeceği inancına sahip olan Alman filozof Scpenhauer’un yaklaşımına paralel bir seyir izlemektedir.
Çalışmamızda Schopenhauer’ın Hayatın Anlamı’nı bulmaya çalışırken izlediği yolu takip etmeye çalışacağız. Onun bastığı yerlere basıp yolumuza devam edeceğiz. Bunu yaparken da diğer düşünürlerin desteğini almaya çalışacağız. Öncelikle acının ve istırabın hayatımızdaki yeri ve değerini anlamaya çalıştıktan sonra iradenin var olmamızda etkisi üzerinde duracağız. Çünkü var olmamızda anneden edindiğimiz bilgi ile babadan edindiğimiz irade etkili olmaktadır. Bir sonraki bölümde hayatın boşluğu ya da değeri hakkında araştırmamızı sürdüreceğiz. Son olarak intiharın yeri ve anlamı hakkında fikir yürüterek çalışmamızı sonuçlandırmaya çalışacağız.
Bölüm I: Isdırap ve Sefalet
“Hayat kendisini gerek büyük gerekse küçük meselelerde sürekli bir aldanış olarak sunar”[1]. Hayat bir vadinin üzerinde rüzgârla süzülen bir bulut gibidir, öncesi ve sonrası açık görünür ve o üzerimizde bir gölge bırakır; ancak geçmiş döndürülemez ve gelecek belirsizdir[2]. “ Hayatta ısdırap kuraldır.”[3] Akarsu önüne bir engel çıkmadıkça nasıl ki birikinti yapmaz ise insan ve hayvan tabiatı da böyle bir yapıya sahiptir. İrademizi engelleyen, onun önüne çıkan, yolunu kesen her şey, dolayısıyla nahoş ve acı verici ne varsa derhal, doğrudan ve gayet açık olarak hissederiz. Bütün bedenimizin sağlığını değil; ayakkabımızın vurduğu küçük noktayı hissettiğimiz gibi mükemmel olan yolunda giden bütün işlerimizi değil; bizi üzen rahatsız eden küçük bir işi düşünürüz[4].
Zevkleri beklentimizin çok altınsa bulurken acıları çok üstünde buluruz. Acı, zevkten daha ağır basmaktadır. Ancak biz değersiz zevklerimiz uğruna uzun acılara katlanırız. Avını parçalayıp yiyen hayvanın aldığı zevk ona av olan hayvanın acısından daha büyük değildir[5]. Sahip olduğumuz sürece hayatın üç saadetini yani sağlık, gençlik ve özgürlüğü fark etmeyiz ancak kaybettiğimizde anlarız kıymetini. “ Zevkler ve hazlar arttıkça bunlara karşı duyarlılığımız azalır.” Zevk veren davranışın alışkanlık halini alması değerini azaltır. Alıştığımız şeyin sona ermesi ise acı bir şekilde hissedilir. “Süre keyifli geçirdiğimiz zaman çabucak geçerken acı çektiğimizde bitmek bilmemektedir”[6].
“Herhangi bir sefalet ya da mutsuzluk durumunda en etkin teselli bizden daha da talihsiz durumda olanlara bakmaktır; fakat o zaman bütün insanlık için sonuç nedir? Kasabın tek tek seçip kestiği kırda otlayan koyunlar gibiyiz. Tarih bize ulusların hayatını gösterir; savaşlardan ve ayaklanmalardan başka anlatacak bir şey bulamaz.”[7] Bedenimizin bütünlüğü ve sağlığı vücudumuzun iç ve dış basıncına bağlı olması gibi ihtiyaç ve zorlukların baskısı, hayal kırıklığı ve çabalarımızın boşa çıkmasının baskısı olmasaydı kibrimiz, en dinginsiz budalalık hatta çılgınlık belirtileri gösterirdi. Eğer insanlar her şeyin mükemmel olduğu bir yerde yaşasaydı ya can sıkıntısından ölürlerdi ya da kendilerini asarlardı veya birbirlerine düşer, kavga dövüş bir birlerini boğup öldürürlerdi. Dolayısıyla insan doğasına en uygun olan içinde bulunduğumuz dünyadır. Mutluluk zevklerle değil; acının yokluğuyla ölçülür.[8]
İnsanlar hayvanlardan farklı olarak acıyı ve hazzı daha duyarlı hissederler. Hazzın hatırlanması hazzı artırırken acının hatırlanması da acıyı artırır. İnsanın hafızası bu anlamda bir dezavantaj oluşturur. Hayvanlarda ise bu daha zayıf olduğundan her defasında yeniden yaşanır ve aynı değeri koruyan bir anlayış vardır.[9]
İnsan ihtiyaçlarını karşıladığında can sıkıntısının tuzağına düşer. Her şeyi olduğu halde sıkıntıdan telaşlı bir şekilde sağa sola giden bir kişi ile akşam öğününü temin etmek için mücadele eden kişi arasında acizlik açısından bir fark yoktur. Zira her ikisi de o anlık dileğini gerçekleştirse de bu durum tekrarlandığından bir sonraki öğünde ya da sıkıntı anın da aynı dileği görmekteyiz ve bu yaşam boyunca sürer. İhtiyaç ve can sıkıntısı hayatın iki uç kutbu gibidir.[10] Sadece var olmak insan için yeterli olmamaktadır. Bitkiler var olmaktan tamamen haz duyarken hayvanlar biraz daha az ve insanlar çok daha az keyif alırlar. Bu anlamda bitkiler ve hayvanlar insanlardan üstün olmaktadırlar.[11] Hayvanlar bir zevkin beklentisi ile hareket edip o zevkle karşılaştıklarında beklentilerini karşılayıp karşılamaması bakımından ne bir hayal kırıklığına uğrar ne de bu durumdan şikâyetçi olur. Çünkü umut yalnızca insanlara özgüdür. Bu acı için de geçerlidir. Böylece hayvan içinde bulunduğu durumun tadını çıkarır. Böylece hayatın yükü hayvanların üzerinde sadece olduğu kadar iken insanların üzerine kat kat artmaktadır.[12] İnsanın bilgi gücü onu hayvandan kat kat kederli bir yaşama mahkûm eder. Bilgi tek başına ısdırap ifade etmez ısdırap iradenin ürünüdür.[13]
“İnorganik maddeler ve bitkiler acıyı hissetmezler”[14]. “Dünya bir ceza evidir, insanlar ise mahkûmlardır.”[15] Çocuk dünyaya getirme işi bir zorunluluk veya bedensel bir zevkin eşlik ettiği bir şey olmasaydı tamamen akılla yapılan bir iş olsaydı acaba insan soyu varlığını sürdürmek ister miydi?[16] “Dünya yaşanılacak en iyi dünya olsaydı onu yaratan Tanrı “imkân”ı da yaratmazdı.”[17] Camus, anlamını kavrayamadığım bu dünya gerçekte uçsuz bucaksız bir akla aykırılıktan başka bir şey değildir,[18] derken mantıklı hiçbir çalışmanın da kötülüğü durduramayacağını anlatır aslında. “Kötülüğün onunla birlikte veya onun ardı sıra var olan iyilikle asla kökü kazınamaz ve dolayısıyla asla dengelenemez.”[19] İnsanın varlığı dinen ilk günahı işlemesi sonucu Tanrı’nın gözünden düşmesiyle gerçekleşir. Başka bir ifade ile cinsel birleşme suçunu işleyen insan tıpkı kendisini var eden ana babası gibi onlara olan borcunu çocuklarına ödeyerek kurtulmaya çalışır.
Bölüm II: Yaşama İradesinin Tasdiki ve İnkârı
İnsanların duygu adına sahip oldukları özellikler, bedenin özünün, yani iradenin bilgisinden başka bir şey değildir.[20] Yaşama iradesinin iç çekirdeği ve en büyük yoğunluk merkezi ise üremedir. “Üremede kadının payı belirli bir anlamda erkeğinkinden daha masumdur. Çünkü erkek dünyaya gelecek varlığa ilk günah ve dolayısıyla her türlü kötülük ve belanın kaynağı olan iradeyi vermekte, hâlbuki kadın kurtuluşun yolunu açan bilgiyi kazandırmaktadır. [21]
Scpenhauer bilginin acıyı artırdığını söylerken aynı zamanda kurtuluşu da bilgiye bağlamaktadır. Ona göre hayvanlarda bilgi seviyesi arttıkça acı ve kötülükte artıyor. Bilgi acıyı beraberinde getirdiği halde kurtuluş umudunu da getirmektedir. Bu umut imkânı da beraberinde bulundurur.
Cinsel birleşmenin her türlü belirtisi kadını mahcup edip utandırdığı halde bunun en büyük belirtisi olan gebelikte bu bir övünç kaynağı gibi ortaya koyulmaktadır. Cinsel birleşme erkeğin işi iken gebelik kadının işi olmaktadır. Çocuk babadan iradeyi yani kişiliği anadan aklı ya da zekâyı alır.[22]
Kilise bir dönem evliliği çocuk yapma koşuluyla kabul etmiştir. Oysa bu yaklaşım doğru değildir. Cinsel ilişki kendisi için istenilmelidir, aksi halde yaşama iradesinin yadsınması söz konusudur. Böylece insan soyunun sürdürülmesi lüzumsuz ve anlamsız olmaktadır.[23] “Doğal olmayan cinsel ilişkinin yasaklanması yaşama iradesini olumlamak içindir”.
Haksız veya kötü niyetli eylemler bunları işleyen insan için yaşama iradesini olumlamasının gücünün ve dolayısıyla onu gerçek kurtuluştan, yaşama iradesinin yadsınmasından ve neticede bu dünyadan kurtulmaktan uzaklaştıran mesafenin bir işaretidir.[24] Dünya, özünde açlığı, doyum isteği hiç bitmeyen irade’nin hükmü altındadır. Her doyum, irade’nin bencilliğine her cevap verme girişimi, yeni açlıklara, hazlara, yeni hırslara yol açmaktadır. Öyle ise dünyanın ilkesel, temel durumu, ebedi eksiklik, yoksunluk, yetersizlik durumudur.[25]
“İnsan genelde var olduğu ve insan olarak kaldığı sürece zaten yanılgıdadır.”[26], “İman edenler, iyi işler yapanlar, hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışında insanoğlu hüsrandadır.”[27] Buradan da anlaşılacağı üzere gerek din gerekse felsefe bir hakikati haykırmaktadır. Yaşam iniş ve çıkışlarıyla anlamlıdır.
Bölüm III: Hayatın Boşluğu Öğretisi Üzerine
“ Zaman ki onunla her an elimizdeki her şey boş bir hiçliğe dönüşmektedir ve sahip olduğu bütün değer kaybolmaktadır. Var olmuş olan artık var değildir; hiç var olmamış olan kadar vardır ancak, fakat var olan her şey bir sonraki anda çoktan var olmuş kabul edilir.”[28] Sadece umut, yaşamı anlamlandırır. Umut olmadan yaşam anlamsız ve bir o kadar da değersizdir.
Değerli olan yok, değersiz olan vardan daha aşağıdadır. İnsan uzunca süren bir yokluktan kısa bir süreliğine varlığa geldiğinde yine aynı yokluğa döneceği söylendiğinde buna inanmak istememektedir. Çünkü o, var olmanın tadını almıştır. Fakat hayatımızdaki her şey ancak bir anlığına vardır. Bizler eğer sonsuzluktan pay almamış olsaydık parmaklarımızın arasından süzülen zaman bizi çılgına çevirirdi[29]. “Gerçek olan sadece şimdide mevcuttur, geri kalan her şey düşünce oyunundan ibarettir”[30]. Albert Camus’a göre yaşamak, kuşkusuz hiçbir zaman kolay değildir. Birçok nedenden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır.[31] Alışkanlıklarla maskelenmiş bu dekorlar ne iseler gene o olurlar. Dünyanın yoğunluğu ve yalancılığı da absürdedir. [32] Absürde dünyaya bağlı olduğu kadar insana da bağlıdır.[33] Camus, İnsanın bile insan dışılığı karşısında bu rahatsızlık, kendimizi yansıtan görüntü karşısında bu hesaba gelmez düşüş, günümüzün bir yazarının dediği gibi bu bunaltı, bu da absürdedir,[34] der.
İnsan yaşarken bir tepeden aşağı doğru koşan adam gibidir. Eğer durmaya çalışırsa muhakkak düşecektir.[35] Schopenhauer’a göre bu koşuşturmacada mutlu olmak imkânsızdır. Çünkü insan bütün hayatı boyunda hayali bir mutluluk peşinde koşar. ‘Şimdi’den başka gerçekliliği olmayan zamanın her anı bir ve mutluluk ile mutsuzluk birbirinin aynı olmaktadır. Schopenhauer, yaşamı böyle hareketli tutan şeyi cinsellik ve açlık ile can sıkıntısı olarak adlandırır.[36]
Organik varlık tıpkı parmak ucunda tutulmaya çalışılan bir çubuk gibi sürekli hareket halinde tutulmalıdır. Böylece yaşam, ardı arkası kesilmeyen bir ihtiyaç ve sürekli yinelenen bir yoksunluk ile sonsuz bir sıkıntıdır[37]. Organik varlık “sınırlı varlık alanı”[38]nda bulunur. Ancak bir yandan hareketliliği sürdürme isteği ve ihtiyacı duyarken öte yandan sonsuzluğu ve eksiklikten yoksunluğu arzular.
Sartre’ın varsayımında ki gibi ölüsüyle ve dirisiyle birlikte yaşadığımız dünyada dirileri ölülerden ayıran onların daha hareketli olmaları ile anlamsız telaşlarıdır.[39] Ancak belki de etrafımız görünmeyen dedelerimizin ruhlarıyla doluyken her şeyden ve herkesten gizlediğimizi sandığımız ayıplarımız onların gözlerinin önünde cereyan ediyor. Belki de hava gibi etrafımızı saran ruhlar adım adım bizi izlerken bizimle yüzleşmek için, bizden hesap sormak için ölmemizi ve içine hapsolduğumuz bedenimizi terk etmemizi bekliyorlar. Zannettiğimiz her şey kadar uçuk olan bu düşünce belki de hakikate umduğumuzdan daha yakındır.
“Hayatımız tabloları kaba mozaiklerle yapılan resimlere benzer, yakından bakıldığında hiçbir etkisi yoktur, güzelliklerin anlaşılabilmesi için belli bir bakış mesafesi gerekir”[40]. Yaşam ‘şimdi’dir, ne öncesi ne sonrası, ‘şimdi’yi yaşamayan geleceği planladığını sanırken pişmanlıkların içinde geçmişini anar. Camus’a göre bizler çoğunlukla geleceğe dayanarak yaşarız: “yarın”, “ileride”, “iyi bir işim olunca”, “yaşlandıkça anlarsın”. O, bu tutarsızlıklara hayranlığını ifade eder. Oysa birey kendisini ölüme yaklaştıran zamanın geçmesine asla razı olmaması gerekir. Camus bu durumu tek bir sözcükle anlatır: “absürde”.[41] Absürde, orantısız ve çelişkili anlamına da gelmektedir. Absürde her şeyden önce bir kopuştur. Absurde evlenmeler, meydan okumlar, kinler, susuşlar, savaşlar hatta barışlar vardır. Hayat absürdedir ve ancak kendisine boyun eğilmediği ölçüde bir anlam taşır.[42] Camus’un aktardığına göre Chestov her türlü yaşamın absurdeliğini bulduğu zaman işte absürde dememektedir. O işte Tanrı demektedir. Absürde sözcüğün en geniş anlamında Tanrı olur. Kişi ancak olanaksızı elde etmek için Tanrı’ya yönelir. [43] Son durağa geldiğinde artık gidecek bir yer olmadığı gibi dönülecek bir yer de yoktur. Zira yaşam tek yönlü ilerleyen bir tramvay gibidir ve herkes sadece bir kez binebilir.
“Kendi başına hayatın gerçek ve hakiki bir değeri yoktur. Hayatı değerli kılan ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçların yinelenmesidir. Eğer ihtiyaçlar ve yanılsamalar kaybolursa hayatın yavanlığı ve boşluğu açığa çıkar.[44] Böylece hayatın değerinin olmadığının en kesin delilidir. Hayat sürekli koyduğumuz hedeflerin peşinden koşarken değerli; bu hedeflere vardığımızda bu değer ortadan kalmaktadır. Gerçi gerçekleştirdiğimiz hedeflere baktığımızda bir haz duyarız ancak bunu Schopenhauer’un gözden kaçırdığını düşünülmemelidir.
Hayatın gerçek keyfi Schopenhauer’un ifadesiyle onu tıpkı tiyatro izleyicisi gibi tamamen dışarıdan izlediğinde alınmaktadır. Bunun için hayattan elini çekmek gerekir. Bu anlayışı gerek doğu felsefesinde gerekse tasavvufta görmekteyiz. Schopenhauer’un beslendiği kaynakları ele vermesi açısından bu ayrıntı önemlidir. Batılının karamsarlık ya da çaresizlik duygusuna kapılma şeklinde bir hastalık hali olarak gördüğü bu yaklaşım görünmeyen daha değerli için görünen daha az değerliden vazgeçme olarak kabul edilmelidir. Dünyevi mutluluk, sıkıntını ve ısdırabın geçici olarak ortadan kalkması şeklinde anlaşılabilir. Ancak bu geçici durum insanlar tarafından bilinse de insanda bir başka güç olarak bulunan görmezden gelme ile sürekliymiş gibi değer kazanır. Oysa böyle bir yaşam sürmek tam anlamıyla budalalıktır. Mutluluk zaten geçici olduğu için değerlidir. Bu da aslında onun değersizliğini gösterir. Zira bu anlamda göreli olan ve sabit olmayan bir şey hem değerli hem değersizdir. Bilme olanaksızlığı kesinlik kazanmış, hiçlik tek gerçek, çaresiz umutsuzluk biricik tutum olmuş ve altüst olmuş bir dünyada[45] tüm gayretlere rağmen bedenin sonunda toprak olması iradenin beyhude çabasının bir göstergesidir.
“Hayat maskeli bir balodan ibarettir.”[46] “ Hayat bir yanılsamadır.”[47]
Bölüm IV: İntihar Üzerine
Camus’a göre, yaşamın yaşamaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.[48] Bu yanıtı vermeden intiharı yasaklamak ve suç saymak ne kadar anlamlı olabilir? Ölümü seçen birini hangi ceza yıldırabilir? İntihar etmeye çalıştığı için bir kimse cezalandırılırsa, cezalandırılan şey onun beceriksizliğinden kaynaklanan başarısızlıktır.[49]
Yaşamı bir ceza olarak ele aldığımızda intihar, bu cezayı reddedip bizi bu cezaya çarptıran hukuku tanımadığımızı, reddettiğimizi ifade eder. Yaşamı bir lütuf olarak ele aldığımızda ise intihar, bir nezaketsizlik bir kabalık ifadesidir. Bu da ikram sahibini horlamak anlamını taşır. Her iki durumda da intihar yaratıcı Tanrı’yı kabul eden birey için yanlış bir davranıştır.
Schopenhauer’a göre tek Tanrılı dinlerin intihara karşı düşünmeden ileri sürdüğü argümanlar ve esas önemlisi bunları benimsemiş olan filozoflarınki kolaylıkla çürütülebilecek safsatalardır.[50] Ona göre intihar en yüksek ahlaki hedefe erişmekten alı koyar, çünkü o bu sefalet ve mutsuzluk dünyasından gerçek kurtuluşun yerine sadece zahiren öyle görünen bir kurtuluşu koyar. Fakat bu hata ile suç arasında büyük bir fark vardır. Ancak Hıristiyan ruhban sınıfı onu bir suç olarak damgalamak istemektedir.[51]
“ Hayatın korkuları ölümün saldığı ürpertilerden ağır basar basmaz bir insanın kendi arzusuyla kendi hayatına son verdiği görülür.”[52] Ruhsal ısdırap ile bedensel acı arasındaki çatışma nedeniyle intihar kolaylaşır. Büyük bir bedensel acıya uğramışsak ya da bu acı uzun zaman bizden ayrılmayacaksa diğer bütün sıkıntılara karşı kayıtsızlaşırız. En çok arzu ettiğimiz şey bu acıdan kurtulmaktır. Aynı şekilde büyük bir ruhsal ısdırap bizi bedenimizdeki acıya karşı duyarsız hale getirir. Zira sonu gelmeyen bir üzüntü hiç kimsede acıma doğurmaz.[53] Böylece onu hor görürüz. Ruhsal ısdırabımız için bir teneffüs olması bakımından intiharı hoş karşılarız. Yaşam, ruhsal ısdıraba eşlik eden bedendeki aşırı ruhsal ısdırabın cenderesinde kıvranan birinin gözünde önemini kaybeder.[54]
Ötenazi ile intihar arasında bir ilişki vardır. Az önce sözünü ettiğimiz acılar kişinin kendi yaşamına son vermek istemesi gibi bir başkasının bunu yapmasını istemesine de neden olabilir. Görünüşte çok değerli ve en büyük mutluluk nedeni olan yaşam, nasıl olur da istenmeyen bir yük haline gelebilir? Bu yaşamı alma uygulaması, hangi zeminde gerçekleşecektir? Sadece Hollanda’da yasal olan bu işlemin uygulanmasındaki kriterlerin önemi nedir? Burada Kuhse’nin tespiti oldukça manidardır: “Açıklayıcı olmayan öldürmeler arasında çoğu evrensel olmasına karşın genel politika, çizgilerin çizimini gerektirir ve onlar bizi korumak için çekilir. Çizgilerin gözükebilmesini filozofça sorgulamak doğru olduğu halde buna rağmen çizgiler kötüye kullanımına karşı toplumun korumasız üyelerini korumak için zorunludur.”[55] Biz korumasızları niçin korumak zorundayız peki? Bir gün biz de o duruma düşebiliriz diye mi? Başkasını kendimiz için düşünmek, kollamak oldukça dikkat çekici bir yaklaşım olacaktır. Ancak ahlaki açıdan ne kadar doğru olur?
Fransız edebiyatçı ve felsefeci Maurice Blanchot, tedavisi olmayan bir hastalıktan dolayı acı çeken J’nin ölmeyi istediğini bunu için de doktoruna : “Eğer beni öldürmezseniz, öldürürsünüz” diyerek doktorunu ikna etmeye çalıştığını nakleder.[56] Fakat Blanchot, bir yandan ölümü isteyebilen iradenin, onu istemediğinde ona nasıl direndiğini de çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.[57]
Schopenhauer’a göre ise intihar, yaşamın anlamını sorgulayan bir tecrübe iken gerçekleştiğinde bilinci de yok ettiğinden asla amacına ulaşamaz.[58] Camus ise ölümün bir tecrübe olmadığını[59] ifade eder. Çünkü o başkasının yaşadığı ve aktaramadığı bir şeydir. Hâlbuki Ivan Soll, gerçekten istediğimiz şey eğer mutluluk, haz, ya da acının yokluğu ise gerçekten istediğimiz şey bir tür deneyimdir,[60] der. Camus, bilim yoluyla olguları kavrayıp sayabilsek de dünyayı kavrayamayacağımızı iddia eder. Dünyanın sadece maddi bir anlamı olduğunu ve manevi- ahlaki anlamının bulunmadığını söylemek, bütün yanlışların en büyüğü ve en tehlikelisi, en büyük ve en temel gaf, gerçek ruh ve mizaç sapkınlığıdır”[61]. Camus ise uyanışın ardından zamanla gelen sonuç ya intihar ya da iyileşmedir[62] derken gerek intihar gerekse ötenazinin bir acı ya da sıkıntı sonucunda tercih edilen bir şey olduğunu ifade eder. Bir insanın kendini ya da bir başkasını öldürmesi, hayatın değerine bakışı ile ilgili olarak bireyin durumunu ifade eder. Zira İslam dinine göre bir masumu öldürmek tüm insanlığı öldürmekle eşdeğerdir. Hâlbuki günümüzün en büyük tartışmalarında birisi de tam bu konu ile ilgilidir. Mary Anne Warren’in de çalışmasında dile getirdiği gibi ceninlerin de insani hisleri ve bilinçleri olmasından ötürü kürtaj bir nevi cinayettir.[63] Hem belki de işlenmiş en büyük cinayet. Bir insanın kendini öldürme kararı alması ile bir başkasını öldürme kararı alması arasında hayatın anlamı açısından nasıl bir ayrım yapılabilir?
Sonuç:
Yaşam sıkıntıların ve acıların dolu olduğu bir kutudur ve insan nefes aldığı sürece bu kutuda bulunmak zorundadır. Mutlu olmak için kendini avutma yollarını öğrenir. Böylece görmezden gelir, unutur, tahammül eder. Bunu başardığı ölçüde göreceli bir mutluluğa sahip olur. Schopenhauer bunu yapmanın yaşamdan vazgeçmekle mümkün olduğunu savunur.
Yaşam sürekli bir hareketi zorunlu kılarken aynı zaman da anlamını da böylece kazanmaktadır. Yolda olmayı sevmek gerekir. Mutluluk ve haz sıkıntıdan kurtulmak için mücadele verilirken, elde edildiğinden daha değerlidir. Hayat bir mücadeleyi gerektirir. Aksi takdirde yaşam bir yük olacaktır. En değerli işler bir sıkıntının çözümü için çaba sarf edilirken yapılanlardır. Burada dikkat edilmesi gereken haz vereni elde etmek için mücadele edildiğidir. Hazzı yaratan ve varlıklara dilediği gibi ve bir ölçü çerçevesinde veren Tanrı’dır. Tüm evren bu hazzı elde etmek uğruna harekete geçer. Burada organik ya da inorganik ayrımı yapmak anlamsızdır. Evren hiç itirazsız hazza ulaşmak için hareket eder. İnsan irade sahibi olarak kendisine daha fazla haz vereni bulup ona yönelmek konusunda sınanmaktadır.
Camus ise çok haklıydı absürdenin insanı Tanrı’ya götürmeyeceği konusunda, götürse götürse şeytana götürür ancak. Çünkü Tanrı aklı kendisine ulaşabilmemiz için bize verdiğinde yaşamın anlam kazanması için onu bir maceraya çevirdi. Oysa akıl düz ve saf bir yolda ilerleseydi irade gereksiz olurdu. Bu yüzden Camus’un absurdesi pürüzlerden ibarettir. Ancak hayatın her anında sunulan seçme işleminde yanlışı seçmek istemeyen birey yanlışı seçtiğinde fikrini değiştirmek yerine Tanrısal düzeni değiştirmek için çaba sarf eder. Oysa tıpkı intiharı tecrübe etmek ve anlamak için intihar eden kişi gibi öldüğünde idrakini de öldüreceğinden boş bir çaba içerisinde olmaktadır. Zira yaşadığı şey reddettiği Tanrısal düzenin bir parçasıdır.
Yaşamı anlamlandıran seçenekler, seçim ve yanılgı ya da hakikattir. Bir de tüm bunları anlamlandırmak için akıllı ve umutlu olmak gerekir. Bu çok bilinmeyenli denklemin çeldiricileri oldukça güçlü olduğundan hayatı, Tanrıyı, sevgiyi, her şeyi çoğunlukla zannederiz. Hâlbuki onlar zannettiklerimiz değildir. Bu zannettiklerimiz hakikatten zerreler taşısa da asla onun kendisi değildir.
Camus, Tanrı ve kötülük hakkında ki özgürlükle ilgili bilinen ikilemi tekrarlar. Oysa dile getirdiği bu ikilemde atladığı bir husus bulunmaktadır. İnsanın özgürlüğü aklının gücü kadardır. Tıpkı boynundan bir iple bir ağaca bağlanmış bir eşeğin o ağacın etrafında dönüp dolaşırken kendini özgür zannetmesi gibidir. İnsan özgür olmadığını o eşeğin ipi zorlamaya başladığı gibi aklını zorlamaya başladığında anlar. Ancak tıpkı eşeğin ilerleyemeyişini ipe değil kendine bulması gibi insan ilerleyemeyişini aklına değil, kendine bulmaktadır. Tıkandığında aklının değil, kendinin böylece de tüm kâinatın tıkandığını sanarak intihar etmekte ve kendisi ile birlikte kâinatı yok ettiğini sanmaktadır. Bu iki yolla olur. Ya kendini kâinat zannetmek ya da kâinatı kendi zannetmek her ikisinde de intikam alınan kâinattır. Çeşitli ruhsal sıkıntılar nedeniyle vücuduna ve ruhuna acı çektiren mazoşistleri de böyle değerlendirebiliriz. Bir başka tıkanma ise bağlı olduğumuz ağacın etrafında hep aynı yöne doğru dönmektir. Zira eşeğin ipinin kısalması gibi kişi hep aynı yöne döndüğünde aklı kısalacak ve algılayışı ile hareket alanı daralacaktır.
Kötülüğe gelince tıpkı birden çok eşeğin aynı ya da yakın ağaçlara bağlandıklarında kendi önlerindeki otu değil diğerinin önündeki otu yemeye kalkışması ile ortaya çıkar. Zira bu eşeğin doğasında değişmezdir. Ancak insan doğası bu seviyenin üstüne çıkabilme yeteneğine sahiptir. Bu yetenek, akıllı, ahlaklı ve imanlı olmayı gerektirir. Bu üç unsur zayıfladığında ya da kontrolden çıktığında kötülük için her şey hazırdır. Bu kontrolden çıkma bu üç unsurun değişmezliğini yitirip bir olan hakikatten kopmasıyla yani kişiden kişiye değişmeye başlamasıyla ortaya çıkar.
Kaynakça:
1- Schopenhauer, Arthur, Hayatın Anlamı, çev.Ahmet Aydoğan, Say Yay, İst, 2008.
2- Blanchot, Maurice, Ölüm Hükmü, çev. Dalgıç Aydın, Arzu, Kılınçer, Berna, Kabalcı Yayınevi, İstanbul,1999.
3- Kuhse, Helga, “Euthanasia” A Companion to Ethics, ed. Singer, Peter, Blackwell Publishers, USA, 1997.
4- Camus, Albert, Sisifos Söyleni, çev. Yücel, Tahsin, Can Yayınları, İstanbul, 2008
5- Warren, Mary Anne, “Abortion”, A Companion to Ethics, ed. Singer, Peter, Blackwell Publishers, USA,1997.
6- Atayman, Veysel, Varolmanın Acısı, (Schopenhauer Felsefesine Giriş), Donkişot Güncel Yayınlar, İstanbul, 2006.
7- Soll, Ivan, “Ölümün İddia Edilen Önemsizliği Üzerine”, Ölüm ve Felsefe, ed. Malpas, jeff- Solomon, Robert C., İthaki Yayınları, İstanbul, 2006.
8- Sartre, Jean Paul, İş İşten Geçti, çev. Bensan, Zübeyir, Varlık Yayınları, İstanbul, 2008.
Ah, o ne güzel bir soru öyle, bir de cevabı olsa! Gerçi cevabı olsa daha kötü bir şey olabilirdi de yaşamak, daha zor. Amaan kimler sormuş bu soruyu da cevap bulamamış, ben mi bulucam. Yayımlamışsınız yazıyı akşam akşam kafam bulandı işte:))