Fetih 1453 filmi vasıtasıyla, fatih ve fetih gerçeği klasik fetih kutlamaları dışında oluşturulan gündemin haricinde gündeme damga vurdu. Fatih kendisinden önce defalarca kuşatıldığı halde şehrin alınmasını engelleyen ne kadar amil varsa hepsinin üstüne bir çizgi çekti. Fethin kendi zamanında nasip ve müyesser olması için gereken bütün vasıtaları kullandı. Bunların içinde birincisi ve en önemlisi Karamanoğulları beyliğini itaat altına alıp, barış sürecini başlatmasıdır. Çünkü daha önceki kuşatmaların kaldırılmasının nedeni Bizans’ın iç karışıklıklardan veya şehzadeler rekabetinden istifade etmesiydi. O halde düşman karşısında en çetin muharebenin yapılması hengamında arkadan bir tehdidin olmaması gerekiyordu. Oysa Karamanoğulları Beyliği Anadolu’nun o günkü yapısı içinde en güçlüsüydü ve kendisini Selçuklu Devletinin mirasçısı sayıyordu. Akrabalık bağlarıyla kurulan dostluk ilişkileri bile bu hak davasından vazgeçiremiyordu beyliğin idarecilerini. Osmanlının itaati altına girmek nefislerine ağır geliyordu. Halbuki mevcut güçlerin birleşmesiyle dışarıya meydan okunabileceğini bilmez değildiler. Fakat bu birliğin kendi liderlikleri altında olmasını arzu ediyordu.
Başta Karamanoğlu beyliği ve diğerleri. Tarihi olayları insanlar gerçekleştirdiğine göre, liderlerin ve devletlerin tutumunu sosyo-psikolojik etkenleri dışta tutarak değerlendirmek, gözlemcileri her defasında kısır sonuçlara ulaştırır.Osmanlının neden Türk ve Müslüman kanı döktüğü hakkında yargılamalara girişilir. Tarih sosyolojisi ve tarih psikolojisi işte mevcut olayları insan merkezli izah etmede yardımcı etkenlerdir. Bundan sonrası malum hepimizin bilgileri dahilinde. Padişahı daha önce denenmemiş birçok ilke imza atan bir gayretle, dehasını birleştirip davasını gerçeğe nasıl dönüştüğünü hepimiz biliyoruz.
Rumeli Hisarının yapılması, surları dövecek büyüklükte topların dökümü, ilk roket ve zırhlı gemi denemeleri, olmazı oldurmak kabilinden zincirlenen Haliç’e karadan gemileri indirme ameliyesi. Fakat bunca emek ve gayrete rağmen düşmanın elinde de suda bile tutuşan Grejuva ve gönlünde Kutsal Roma -Germen İmparatorluğunun son temsilcisi olan Konstantinapolis’i kaybetmeme azmi ve basit bir er gibi dövüşen son Bizans İmparatoru var. O kadar ki başını bir İslam erine kaptırmamak için savaş meydanında; “İçinizde benim başımı kesecek bir Hristiyan yok mu ?” diye feryad eden…
O halde cesaret, kahramanlık, harp sanatının bütün inceliklerine vakıf olmak, azim, sebat ve kararlılıkla donanmak ta yeterli değil. Bundan daha fazlası lâzım. İşte o fazlalık başta Peygamber müjdesine nail ve mazhar olma idealiyle birleşen manevi bir tekamüldür. Fetihte kılıcın hakkından daha etkili olan işte bu manevi takviyedir. Ve o takviyenin sonucudur ki Fatih hem bir aksiyon adamıdır, hem de bunu kendinden bilmeyecek kadar ihlas sahibi, derviş gönüllüdür. Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemseddin gibi maneviyat erlerinin desteği ve duaları üzerindedir. Her konuda donanımlı devlet ve ilim adamlarına sahiptir. Hatta daha da mühimi devleti zaafa düşürmeyen bir cemiyet ahlakıyla donanmıştır. Meşhur kıssadır; tebdil-i kıyafetle çarşıyı dolaşan padişah, alışveriş yaptığı dükkandan bir ikinci malı almaya bir türlü muvaffak olamaz. Esnaf ağız birliği etmişcesine ; “ Ben siftahımı yaptım ama arkadaşım siftahsızdır. Varın o ihtiyacınızı ondan alın.” der. Padişah yine böyle bir muameleyle çıktığı son dükkândan sonra ellerini Rabb-i Rahim’ine açar ve kendisine lütfettiği böylesine tok gözlü ve kanaatkâr halkın karşısında hiçbir kalenin duramayacağına imanı ziyadeleşerek şükreder.
İşte rakip devlette eksik olan budur. Haksızlık ve çeşitli mezhep farklılıklarından dolayı itilip kakılmaktan bezgin halk da adalet ve hoşgörüye susamıştır. Kaleyi insanüstü bir gayretle sonuna kadar savunmalarına rağmen fetih günü yerli halkın şehre giren Osmanlı kuvvetlerini sevinç gözyaşlarıyla karşılaması bu yüzdendir.
Fetih gerçekleşmiş, Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazıyla da şehre “İslam Beldesi” mührü vurulmuştur. Fatih, Bizans İmparatoru’nun sarayını gezerken bir ara mahzene iner. Derinden gelen iniltilerin peşine düşünce yaşlı bir papazın oraya hapsedilmiş olduğunu görür. Sebebini sorar. Papaz; “ İmparator Konstantin beni huzuruna çağırarak muhasaranın bizim lehimize mi yoksa Osmanlı lehine mi sonuçlanacağını sordu. Ben de bugüne kadar okuduklarımdan ve bilip gördüklerimden bunun son olup şehri Osmanlı’nın alacağını söyledim. Bunun üzerine imparator çok öfkelenip beni buraya hapsetti.” Bunun üzerine Fatih endişelenir ve papaza şu soruyu yöneltir: “Peki bu şehir bizim elimizden de çıkar mı?”
Papaz cevaben: “ Eğer içinizde fesat artar, insanınız kendi menfaatinin peşine düşer, emvalini yabancılara satanlar çoğalır ve yabancıdan medet umanlar çok olursa bu şehir sizin elinizden de çıkar.” der. Fatih bu cevaptan çok etkilenir ve bu zamanın gelmemesi için Rabbi’ne sığınır. “Ya rab” der. “ Dilerim böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın”.
Velhasıl mahkeme kadıya mülk değildir. Milletlerin asli hüviyetleri bozulursa devlet gibi bir nimetin elden gitmesi işten bile değil. Bunca savaş görmüş ve nihayet Anadolu coğrafyasına tekrar geri dönmüş bu milletin elinden İstanbul’un (payitaht özelliğini kaybedip kendisiyle anılan devlet yıkılmış olsa da) alınamaması demek hâlâ fazilet sahibi insanların var ve çok olduğuna delildir. Kıymeti bilinmeyen her nimet elden çıkmaya mahkumdur zira. Bu kural devletler için de geçerlidir.
Kazanılması elde edilmesi bu kadar zor olan bir toprak parçasının, kolayca elden gitmesine izin verecek bir millet değil üstünde yaşayan. elbet silkelenip toparlanacaktır bir gün, savunacaktır kimliğini ve toprak bütünlüğünü