Milletler Cemiyeti, 1.Dünya Savaşı'nın ardından -25 Nisan 1920 tarihinde- Filistin'in kaderinde önemli yer edinecek kararı verdi. Bu karar, Filistin'in İngiltere'nin mandası – ya da “sömürgesi” – olmasıydı.
Bölgenin İngiltere'nin mandasına geçmesi, Yahudiler için sevindirici bir gelişmeydi. Çünkü, İngilizlerle iyi bir diyalogları vardı. Birinci Dünya Savaşı'nda ikili ilişkilerin gelişmesine “büyük yatırımlar” yapmışlardı. Sıra bu yatırımların karşılığını almaya gelmişti!
Bölge, İngilizlerin idaresine geçmesiyle beraber büyük Yahudi göçleri almaya başladı. Artık onları eskisi kadar sınırlayacak kimse kalmamıştı! Ancak büyük dalgalar halinde gelen göçler, Arapları rahatsız ediyordu.
Bölgeye yerleşen Yahudiler, ekonomik çevrelerde hızla etkin konuma geldi. İş yeri, tarla, dükkan sahibi oldular. Arapları, sahibi oldukları bu yerlerde çalıştırmadılar. Bu, Araplardaki işsizliği ve akabinde sosyal husursuzluğu arttırdı.
İngiltere ise bir yandan Balfour Deklarasyonu'yla söz verdiği Yahudilerin, diğer bir yandan da Osmanlı'ya ayaklanması karşılığında Arap Krallığı vaat ettiği Şerif Hüseyin'in gönlünü hoş etmeye çalışıyordu. İlerleyen zamanlarda da bu denge Yahudiler lehine kayacaktı.
BİR DEVLET GİBİ HAREKET EDEN ÖRGÜT: HİSTADRUT
Yahudiler, zamanla ekonomik gücü tamamen eline aldı. Hızla kendi aralarında teşkilatlandılar. İş öyle bir noktaya geldi ki; bir nevi gayriresmi bir devlet oldular. İşçi ve emek örgütü olarak kurdukları “Histadrut” adlı yapılanma, bir devlet gibi hareket ediyordu. Eğitim işlerini düzenliyor ve yürütüyor, köyler kuruyor, göç eden Yahudileri yerleştiriyor… Bu örgütün önemini, İsrail kurulduğunda ilk başbakanı olacak David Ben Gurion, şu cümleyle net olarak ortaya koyuyordu: “Histadrut olmasaydı, yine de bir devletimiz olur muydu bilmiyorum.” Filistinliler ise bu düzeyde teşkilatlanma sağlayamadı.
2.Dünya Savaşı gelip çattığında, Yahudiler yine İngilizlerin yanında yer aldı. İngiliz ordusunda görevli birçok Yahudi komutan ve asker vardı. Yahudilerin, İngilizlere bu denli bağlı olmasının sebebi, bağımsız bir devlet kurabilme imkanının İngilizlerin elinde olduğuna inanmalarıydı. Haksız da sayılmazlardı!
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER PLANI
1947'de BM, bölge için taksim planını kabul etti. Şüphesiz bunda ABD'nin de büyük baskısı oldu. Bu taksim planına göre, toprakların 56.47'si Yahudilere, yüzde 43.53'ü Araplara veriliyordu. Kudüs ise uluslararası yönetime bırakılıyordu. Ayrıca Yahudilere verilen topraklar tarım arazileri ve su kaynakları bakımından çok zengindi; sanki özenle seçilmişti!
Nüfusun üçte birini oluşturan Yahudilere bu denli büyük toprak verilmesi, Filistinliler için kabul edilemezdi. Nitekim öyle de oldu. Filistinliler plana sert tepki gösterdi ve bu plan hiçbir zaman uygulanmadı. (NOT: Türkiye, BM'deki bu oylamada “hayır” oyu vermişti.)
Yahudiler, kendilerine verilmesi planlanan topraklara göz dikmişti. Ancak bir sorun vardı. Bu topraklarda Arap nüfusu oldukça fazlaydı. Bu sebeple, Arapları buradan sürmek için birtakım katliamlara giriştiler. 9 Nisan 1948 tarihinde Deir Yasin köyünde yaptıkları katliam bunlardan belki de en acısıydı. Bu katliam sonucunda 107 Filistinli öldürülmüştü.
Katliamları, kurdukları terör örgütü İrgun tarafından gerçekleştiriyorlardı. Amaç, Araplarda korku yaratarak kendilerinin olduğuna inandığı topraklardan gitmelerini sağlamaktı.
Bu karışıklık ve katliamlar sonunda İsrail, 14 Mayıs 1948 tarihinde kuruluşunu ilan etti. Büyük devletler bir bir İsrail'i tanıdı. Ardından 1947 yılında BM'deki oylamada “hayır” oyu veren Türkiye İsrail'i tanıdı. Böylece İsrail, yüzyıllar sonra kurulan bir Yahudi Devleti olarak tarih sahnesinde yerini alıyordu.